14 Ocak 2019 Pazartesi

Dinlerarası İlişkiler


VATİKAN-İSRAİL İLİŞKLERİ

            Son yıllarda Vatikan yüz yıllardır arası bozuk olan Yahudilerle arayı düzeltmeye çalışıyor. Herkesin bildiği gibi Katolik kilisesi yüz yıllardır Hz. İsa'nın ölümünden Yahudileri resmen sorumlu tutmuştur. Katoliklerdeki Yahudi düşmanlığı da bu resmi tavırdan kaynaklanmıştır. Vatikan bu resmi tavrını ancak 1965 yılında değiştirmiştir. O yıl toplanan reformcu İkinci Vatikan Konseyi aldığı tarihi kararla Yahudilerin Hz. İsa'nın ölümünden kolektif olarak sorumlu olmadıklarını açıklamıştır. (zaman.com.tr, Fikret ERTAN, Erişim Tarihi 09/07/2015)

Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğine inanılan bir cuma günü, Hristiyanlar arasında her yıl bir takım dua ve ritüellerle anılır. II. Vatikan Konseyi’ne kadar Hz. İsa’nın ölümünden Yahudi halkı sorumlu tutulmakta ve yapılan dualar “Yahudiler karanlıktan çıksınlar” ya da “Tanrı onların kalplerinden örtüyü kaldırsın” gibi ifadeler içermekteydi. Ancak Katolik Kilisesinin diğer dinlerle diyalog politikasını benimsemesi üzerine bu dua değiştirilmişti. Papa XVI. Benedict, temmuz ayında bir açıklama yaparak bu eski Latince duanın yeniden kullanılabileceğini açıkladı. Bunun üzerine bilhassa Amerika’daki Yahudi örgütler, Papa’nın açıklamaları hakkında teessüflerini ve hayal kırıklıklarını ifade ettiler. Yahudi lobisinden gelen yoğun tepki Katolik Kilisesi’nin geri adım atmasını sağladı ve dua yeniden formüle edildi. Şu an geçerli olan duada, sadece Yahudilerin kurtuluşu ve Hz. İsa’yı tanıması için dua edilmekte.


KatoliklerinYahudilerle olan ilişkilerinin tarihi oldukça karmaşık. Geçtiğimiz asra kadar Yahudiler Katolik Hristiyanların gözünde lanetlenmiş bir ırk, hatta “Tanrı katilleri” olarak görülmekteydi. Bu iki dinin mensupları arasındaki uzun savaş ve zulüm yılları, aralarındaki nefret ve düşmanlığı giderek arttırmıştı. Hristiyanlar, Yahudilerin Tanrı’yla yaptıkları ahde sadık kalmadıklarına ve bu nedenle, onun İncil’le değiştirildiğine inanmaktalar. Onlara göre Yahudilik, kuralcı ve bozulmuş bir dinken, Hristiyanlık merhamet ve sevgi dinidir. Yahudiler sadece Hz. İsa’yı inkar etmekle kalmamış, onu çarmıha gererek insanlık tarihindeki en korkunç günahı işlemişlerdir. Hristiyanlar arasında yaygın olan bu anlayış Roma İmparatorluğu döneminden Katolik İspanya’ya ve nihayet Nazi rejimine dek tarihin kanla boyanmasına yol açmıştır.

             Ancak Katolik Kilisesi, II. Vatikan Konseyi’yle birlikte bu önyargıları ve kalıpları yıkmak için bazı önemli adımlar attı. Konsey’den sonra yayınlanan, Katolik Kilisesi’nin diğer dinlerle ilişkileriyle ilgili belgenin bir bölümü, sadece Yahudilere ayrıldı. Kilise, herhangi bir zamanda herhangi biri tarafından yapılan her türlü Yahudi karşıtlığını kınadı ve Yahudilikle Hristiyanlığın din olarak ortak yönlerine dikkat çekti.

              II. John Paul, 1986’da Roma’daki sinagogu ziyaret ederek, tarihte bir sinagogu ziyaret eden ilk papa unvanını kazandı. Papa, yaptığı konuşmada Yahudilere “büyük kardeşlerimiz” diye hitap etmişti. Katolik Kilisesi ile Yahudiler arasındaki bu yakınlaşma siyasi olarak da meyvelerini vermekte gecikmedi. Nitekim Papa X. Pius’un “Yahudiler bizim Rabbimizi tanımadılar; biz de Yahudi halkını tanımayız.” sözünden 90 yıl sonra, 1993’te Vatikan, resmen İsrail devletini tanıdı ve 1994’te elçi değişimini gerçekleştirdi. Vatikan’dan bir yetkili bu olayı, “iki küçük Akdeniz ülkesi arasındaki uluslararası bir diplomasi “anı olarak” değil, Yahudi halkı ile Katolik Kilisesi arasındaki 2000 yıllık uzun tarihte belirleyici bir olay” olarak tanımladı.
XVI. Benedict, Vatikan ve İsrail devlet arasındaki samimi ilişkileri geliştirecek bir takım önemli adımlar attı. 2005 yılında papa olarak seçilmesinin hemen ardından pek çok kişi onu diğer dinlerin mensuplarına karşı duyarsız, hoşgörüsüz bir ideolog olarak tanımlarken, New Yorklu Yahudi liderler, Benedict’in kardinal olduğu zamanda, ona kişisel tecrübelerini aktararak, saygılarını ifade ettiler. Benedict, göreve gelir gelmez İsrail yanlısı din adamlarını önemli görevlere getirip, Müslümanlara ılımlı düşünceler besleyenleri pasifize etti. İsrail ile Vatikan arasındaki ilişkileri geliştirmek üzere, Aralık 2006’da İsrail Başbakanı Ehud Olmert’le görüştü. Mayıs 2007’de sekiz kişilik Vatikan devleti delegesi ile dokuz İsrail devleti yetkilisi buluşarak görüşmelerde bulundu.

           Öte yandan Vatikan devleti ile İsrail arasında bir takım diplomatik gerilimlerin yaşandığı da bir gerçektir. Örneğin, Hristiyan-Arap din adamlarına vize kısıtlamaları, mal edinme, seyahat sınırlamaları, mali ve idari işlerde İsrail’deki kiliseye bağlı kurumlar üzerindeki baskılar, Vatikan ile İsrail arasındaki ilişkileri olumsuz etkilemektedir.

           Vatikan’ın İsrail’le olan siyasi ilişkilerinde belirleyici bir diğer unsur da hiç şüphesiz Filistin topraklarındaki Katolik varlığıdır. Vatikan 1994’te Filistin’in doğu Kudüs’teki egemenlik haklarını tanımış ve Filistin’le diplomatik ilişkileri başlatmıştı. Yine 2000’de Papa II. John Paul, Yaser Arafat’la görüşerek bir anlaşma imzalamıştı. Bunun üzerine İsrail’den gelen tepki neticesinde Vatikan, anlaşmanın barış meseleleriyle ilgili olmadığını, Filistin topraklarındaki Katolik kiliselerinin durumunu düzeltmeye yönelik olduğunu belirtmişti. (gizliilimler.tr.gg Erişim Tarihi 09/04/2015)

Papalık asırlar boyunca Masonluğa savaş açmış bir kurum olarak bilinir. Zamanla Papalığın içindeki bazı din adamları Mason localarına gizlice üye oldu. Böylece Masonik yapılanma Papalığın önemli görevlerinin başına geçti. Roma Katolik Kilisesi'nin içindeki Masonik yapılanma başlangıçta gizlenirken, zamanla gizlenmeye gerek kalmayacak kadar güçlenmeye başladı. Bu yapılanma güç kazandıkça Katolik Kilisesi'ndeki Mason biraderlerinin yardımıyla İsrail ve Yahudiler lehine başlangıçta Yahudi cemaatiyle sonra İsrail ile yeni yeni antlaşmalar imzalandı. (timeturk.com, Sebahattin ARSLAN, Erişim Tarihi 09/04/2015)

            Vatikan'ın 1985 belgesinden İsrail'i tanımasına uzanan bu yeni tutumları, dini kisve giydirilmiş, Hıristiyan Siyonistlerin tutumlarıyla uyuşan siyasi kararlardır. Vatikan'ın İsrail'i tanıması Katolik inancının özüyle çelişiyor. Mısır'daki Ortodoks kilisesi veya Hıristiyan din adamı Papa Şanuda'nın aksine Vatikan'ın İsrail'i tanıması, din ve siyaseti kullanarak Filistin'deki Siyonist gaspa siyasi bir formül uydurmaktan ibaret. Papa Şanuda veya Mısır Ortodoks kilisesi dini bakış açısıyla İsrail'i tanımamakta ısrar ediyor. Papa'nın Türkiye ziyaretinde yakınlaşmaya çalıştığı kilise de aynı kilisedir. Acaba bu yakınlaşmanın sebebi ne? (Londra'da Arapça yayımlanan Şark ül Evsat gazetesi, 2 Aralık 2006)

VATİKAN-BUDİST İLİŞKLERİ

3. Katolik-Budist Münasebetleri. Hıristiyanların Budistler’le ilk ciddi temasları Ortaçağ’da başlamıştır. Heretik olarak nitelendirilip baskı uygulanan Nestûrîler, Küçük Asya’dan Hindistan’ın ötelerine Orta Asya’ya kadar gitmişler, Nestûrî papazları VII. yüzyılda İç Asya topraklarını geçerek Çin’e varmışlardır. Hıristiyanların Budistler’le daha sonraki ilişkileri Fransisken, Dominiken ve Cizvit misyonerleri vasıtasıyla olmuştur. Moğollar döneminde ilk Dominiken ve Fransisken misyonerlerinin açtıkları kapıdan diğer misyonerler Asya topraklarına akın etmişler, bunlardan birçoğu İç Asya’dan Çin’e kadar varmışlardır. Onların faaliyetleri neticesinde Hıristiyanlığa girenlerin sayısı artmış, Pekin’de ve Çin’in diğer büyük şehirlerinde piskoposluklar kurulmuştur. Daha sonra Cizvitler Hindistan’ın Goa şehrinde umumi misyon merkezini kurmuşlar, Hindistan halkına İncil’i öğretmeye başlamışlar ve sonuçta Goa Uzakdoğu’ya yönelik misyoner faaliyetlerinin merkezini oluşturmuştur. Portekizliler’in 1542’de tesadüfen Japonya’nın Satsuma eyaletinin sahillerine uğramasının ardından ilk olarak Cizvit misyoneri Francis Xavier Japonya’ya gitmiş, ancak Japonca bilmediği ve Hıristiyanlık Japon kültürüne uygun olmadığı için Xavier Japon toplumunu hıristiyanlaştırmada pek başarılı olamamıştır. Hıristiyanların, Budistler’in ekonomik hayatları için tehdit oluşturması yüzünden Japon Budistleri de Hıristiyanlığa karşı tavır almışlardır. Katolik misyonerleri, tamamen bâtıl inanç ve uygulamalardan ibaret bir putperestlik olarak gördükleri Budizm’i ilk zamanlarda ciddiye almamışlardır. Nihayet Katolik misyoneri A. Villion (ö. 1932) Japonya’ya gidince Kobe’de Şin Budist rahipleriyle temas kurdu, Budist inançlarını öğrenmeye koyuldu; Budizm’in litürjik yapısının Katoliklik’le benzerlikler taşıdığını tesbit etti ve bunları Hıristiyanlığa adapte etmeye çalıştı. Katolik misyonerlerine göre Budizm doktrin bakımından Hıristiyanlık’tan aşağıdadır; bir yaratıcı Tanrı fikrinden yoksun olup şeytanın dinidir. Katolikler’in Budizm hakkındaki bu yaklaşımları II. Vatikan Konsili’nden sonra değişmiştir. Bu konsilde bütün diğer dinler gibi Budizm de övülmüş ve onun da hakikati arama yollarından biri olduğu belirtilmiştir. Nostra Aetate dokümanında Hinduizm’in ardından Budizm’le ilgili olarak şu ifadelere yer verilmiştir: “Budizm bu değişen dünyanın temel yetersizliklerinin farkındadır. Bu din, insanların dindar ve güvenilir bir ruh içinde mutlak özgürlüğe veya kendi gayretleriyle ya da yüce bir yardımla yüce aydınlığa ulaşabilecekleri bir yol öğretir.” Aynı dokümanda, diğer dinlerle birlikte Budizm hakkında da Katolik kilisesinin bu dinlerdeki kutsal ve gerçek olan hiçbir şeyi reddetmediği, onlara saygıyla baktığı belirtilmiştir. II. Vatikan Konsili neticesinde belirlenen bu yeni strateji çerçevesinde Katolikler Budistler’le de diyalog arayışlarına girdiler. 1964 yılında kurulan Hıristiyanlık Dışı Dinler Sekreteryası’na 1971’de Asya dinleri bölümü ilâve edildi. Bu bölüm, Budistler’le diyalogun imkânı ve alanları konusunda “Budizm’le Buluşmaya Doğru” başlıklı bir doküman hazırladı. Sekreterya Budistler’le pek çok diyalog toplantısı düzenledi. Ancak Katolik kilisesi, her ne kadar Budizm’i ve diğer dinleri insanlığın kurtuluşu arama yolları diye tanımlasa da mutlak kurtuluşun aracısı olarak Îsâ Mesîh’i tanımaktadır.

         Sonuç olarak II. Vatikan Konsili dokümanlarına göre kurtuluşun evrensel aracısı (sakramenti) Îsâ Mesîh’in bedenini temsil eden kilisedir. Vaftiz olup kurtuluşun tek aracısı Îsâ Mesîh’le ve dolayısıyla onun bedenini temsil eden kilise ile birleşmeyen kimsenin kurtuluşu mümkün değildir. Katolik kilisesi II. Vatikan Konsili öncesinde ilkel olarak gördüğü Yahudiliğin, İslâm’ın, Hinduizm’in ve Budizm’in müntesiplerini “Tanrı’nın evrensel kurtuluş planı”na katmış, bu dinlerin bugün hâlâ mânevî fonksiyonları bulunduğunu kabul etmiş, fakat Hıristiyanlığın tek gerçek kurtuluş dini olduğu iddiasından vazgeçmemiştir. Diyalogun hıristiyan öğretisi çerçevesinde “kurtuluş diyalogu” olduğunu açıklayan Papalık Dinler Arası Diyalog Konsili, “hıristiyan mesajının diğer kültürler içinde enkarnasyonu” anlamına gelen enkültürasyonu teşvik etmiştir. (cilt: 17; sayfa: 363, HIRİSTİYANLIK - Baki Adam, TDV İslam Ansiklopedisi)

Hıristiyanlığın Budizmle ilgili görüşleri de inkültürasyon programı içinde sürdürülür. II. Vatikan Konsili kararlan arasında Budizmle ilgili de güzel şeyler söylenmiştir. Hinduizmle ilişkilerde olduğu gibi, Buda'nın daMesih olduğu söylenir. Buda'nın öğretileri Hıristiyanlık açısından yorumlanarak, Budizm'in aslında tanrısız din olmadığı iddia edilir. Entelektüel Budistler Hıristiyanlıkla diyalog toplantıları düzenlemekle birlikte, geleneksel Budistler “Diyalog” yaklaşımına şüphe ile bakarlar. (ilimdunyasi.com Erişim Tarihi 09/04/2015)

Günümüzde Budist ustalar ve diğer dinlerin liderleriyle karşılıklı saygıya dayanan ve gittikçe büyüyen bir diyalog oluşmaya başladı. Örneğin Dalai Lama, Papa ile sık sık görüşüyor. 1986 yılının Ekim ayında, İtalya Assisi’de Papa diğer dinlerin temsilcilerinin de katılımıyla kalabalık bir toplantı düzenledi. Salonda yaklaşık yüz elli temsilci vardı. Dalai Lama, Papa’nın yanında oturuyordu ve kendisine ilk konuşmayı yapma onuru verilmişti. Toplantıda ruhani liderler tüm dinlerde ortak olan ahlak, sevgi ve şefkat gibi konuları tartıştı. Farklı dini liderlerin birbirine karşı gösterdiği işbirliği, uyum ve karşılıklı saygı, insanları son derece yüreklendirmişti.

Dünya dinleri arasındaki etkileşimin bir yönü de kendi özel ihtisas alanlarını aslen birbirleriyle paylaşıyor olmalarıdır. Örneğin Budist ve Hıristiyanları ele alalım. Tefekkür uygulamaları yapan çoğu Hıristiyan, Budizm’in konsantrasyon ve meditasyon tekniklerini öğrenmeye isteklidir. Çok sayıda Katolik papaz, keşiş, rahip ve rahibe Hindistan’daki Dharamsala’ya gelerek bu becerileri kendi geleneklerine taşımaktadır. Bazı Budistler de Katolik ilahiyat fakültelerinde dersler vermiştir. Ben de nasıl meditasyon yapılacağı, konsantrasyon ve sevginin nasıl geliştirileceği ile ilgili dersler vermek üzere zaman zaman davet ediliyorum. Hıristiyanlık bize herkesi sevmemizi öğütler ama bunun nasıl yapılabileceğini ayrıntılarıyla açıklamaz. Budizm, sevgiyi geliştirmeyi öğreten teknikler açısından zengindir. Hıristiyan dini en yüksek seviyede bu yöntemleri Budizm’den öğrenmeye açıktır. Bu, tüm Hıristiyanlar Budist olacak anlamına gelmez, kimse kimseyi başka bir dine döndürmez. Bu yöntemler onların dini pratiklerine uyarlanarak daha iyi Hıristiyanlar olmalarında yardımcı olabilir.

Aynı şekilde, çoğu Budist de Hıristiyanlıktaki sosyal hizmet uygulamalarıyla ilgileniyor. Çoğu Hıristiyan geleneği rahip ve rahibelerinin öğretmenlik, hastane işleri, yaşlıların bakımı, yetimlerle ilgilenmek gibi işlere dâhil olmalarına önem verir. Bazı Budist ülkelerde bu sosyal hizmetler geliştirilmiş olsa da, coğrafi ve sosyal yapı nedeniyle bu, hepsinde mümkün olmamıştır. Budistler bu tarz sosyal hizmet uygulamalarını Hıristiyanlardan öğrenebilir. Kutsal Dalai Lama da bu görüşe oldukça açıktır. Bu da Budistler, Hıristiyan olacak manasına gelmez; Hıristiyanların deneyimlerinin bazı taraflarından Budistler de bir şeyler öğrenebilir demektir. Bu sayede dünya dinleri arasında karşılıklı saygıya dayanan açık bir alan oluşabilir.

Dinler arasındaki bu etkileşim genelde insanların önyargısız ve açık olduğu en yüksek seviyede gerçekleşir. İnsanların özgüvensizlikleri ve futbol takımı zihniyeti daha aşağı seviyelerde karşımıza çıkar: “Bu benim takımım ve diğer dinler de karşı takımlar!” Bu tutum, sadece rekabete ve çatışmaya sebep olur. Bu durum, dinler arasında da, çeşitli Budist okullar arasında da olsa oldukça üzücüdür. Buddha pek çok yöntem öğretmiştir ve bunlar oldukça geniş ölçekte, farklı yapıdaki kişilere yardım edecek şekilde birbiriyle uyumlu çalışır. O halde, hem Budizm’in içindeki hem de diğer dünya dinlerinde bulunan geleneklere saygı göstermek çok önemlidir. (berzinarchives.com Erişim Tarihi 09/07/2015)

Katolik dünyasının ruhani lideri Papa Francesco, Çin’i rahatsız edebileceği endişesiyle Nobel Barış Ödülü sahibi Tibetli Budist lider Dalai Lama ile görüşmeyi reddetti.

12-14 Aralık 2014 tarihleri arasında düzenlenen 14. Nobel Barış Ödülleri Sahipleri Zirvesi için Roma’ya gelen Budist lider Dalai Lama, burada yaptığı açıklamada Papa ile görüşmek için talepte bulunduğunu ancak bu talebe olumsuz yanıt aldığını söyledi. İtalyan basınına konuşan Dalai Lama, Vatikan’ın böyle bir görüşmenin “uygunsuz” olacağı cevabını verdiğini söyledi. (bbc.co.uk Erişim Tarihi 09/04/2015)

Katolik dünyasının ruhani lideri Papa Francis altı günlük Asya turunun ilk ayağında Sri Lanka’yı ziyaret etti.

Francis, nüfusunun yaklaşık yüzde 70’i Budist olan ülkeye 20 yıl aradan sonra gelen ilk Papa oldu. Sri Lanka’da nüfusun sadece yüzde 7’si Hristiyan.

Başkent Colombo’da dinler arası diyalog toplantısına katılan Papa, 25 yıl iç savaş yaşayan ülkede insan haklarına saygı, adalet ve birlik mesajı verdi: “Bu ülkenin kadın ve erkekleri yıllar boyunca sivil çatışmaların ve şiddetin kurbanı oldu. Barış için, dini inançların savaş ve şiddete sebebiyet verecek şekilde kötüye kullanılmasına izin verilmemeli.” (euronews.com Erişim Tarihi 09/04/2015)

Bu noktada Papa’nın Filipinlere ziyareti ve bölgede çeşitli dinlerin liderleriyle görüşmesi oldukça hayatidir. Bununla birlikte eğer Papa ve diğer dini liderler her zamanki gibi sevgi, şefkat ve müsamaha demeçleri verir ve Papa bu çalışmayı yeterli görerek bölgeden ayrılırsa, bunun Asya halkı için herhangi bir değişiklik yaratması sürpriz olacaktır. Bu belki biraz ümit yaratacaktır ama başka hiçbir şeye çözüm olmayacaktır.

Savaşlara son vermek maksatlı, sevgi ve kardeşlik adına bu tip toplantılar oldukça sık yapılmaktadır ancak bir araya gelmek ve edebi konuşmalar yapmak sanıldığı sonucu getirmemektedir. Eğer öyle olsaydı dünyadaki pek çok sorun şimdiye kadar çözülmüş olurdu. Bir konuşmayı sözlerden öteye taşıyan şey sadece samimiyettir ve insanları derinden etkileyen, kalpleri ısıtan ve sonuçta yerleşik sistemleri ve hayat tarzlarını değiştiren budur.

Bugün dünya büyük bir manevi değişim ihtiyacı içindedir, dolayısıyla dünya liderlerinin düşündüklerinden çok daha fazla yapacak işleri vardır. Yolda rastladığımız insanların gülümseyen, mutlu yüzleri olmalıdır. İnsanlar diğer insanlarla karşılaştıklarında onları tanımasalar bile selamlamalıdırlar. Bu bir kural olarak değil içten gelerek yapılmalıdır.

İnsanlar birbirlerine karşı ilgili, sevecen ve şefkatli olmalıdır. Örneğin Çin’de doğan kültürel bir etkinlik olan ‘Dünya Kucaklaşma Günü’ hayatımızdan düşmanlığı çıkarmamız gerekliliğinin bir göstergesidir. Gülümseme, onun altında yatan mutsuzluğu gizleyen bir maske olmamalıdır. İçinde yaşadığımız dünya böyle olmalıdır.

Dalai Lama hayatımızda sevginin önemini şöyle ifade eder:
“Tüm ana dini gelenekler temelinde aynı mesajı taşır, bu sevgi, şefkat ve bağışlayıcılıktır; önemli olan bunların günlük hayatımızın bir parçası olmasıdır.”

Din hayatın özüdür. Din olmadan hayatta bir şey eksiktir. Din insanlara ihtiyaç duydukları sevgi ve maneviyatı verir. Tüm dinler sevgiye dayalıdır. Eğer bir din sevgiden uzaklaştıysa, bu orijinal kaynağından uzaklaştığı anlamına gelir.

Dolayısıyla manevi bir lider olarak Papa Francis geleneklerin sınırını aşabilir ve demeçler vermekten daha fazlasını yapabilir. Daha ilk gününden itibaren Papa Francis şaşırtıcı şekilde, geleneksel olmayan tarzda bir Papa oldu, bazı şeyleri ilk kez yapan içten biri oldu. Örneğin Papa ilk duasında öne eğilmiş ve kalabalıktan kendisini kutsamasını istemişti. Daha sonra, hiç kimsenin kendinden önce gelen Papalardan bekleyemeyeceği pek çok uygulaması oldu. O, “kilise için dogmatik savaşlardan çok insanlığa sosyal olarak ulaşmanın önemli olduğu” fikrine inanmaktadır.

Dolayısıyla dünyanın bu sorunlu bölgesine yapacağı ziyaret sembolik anlamının ötesinde olmalıdır. Papa Francis bu maneviyattan yoksun, mutsuz insanlar için daha fazla sorumluluk üstlenmeli ve gücü dahilinde yapabileceğinin en fazlasını yapmalıdır. Başlangıç olarak bireyleri ve sivil toplum kuruluşlarını hareket etmeye çağırmalıdır. Onlara ihtiyaç duydukları güce sahip olmaları için asgari müştereklerde birleşmeyi tavsiye etmelidir.  Onlara sevgi dilini öğretmeli, toplumda bu dili kullanmalarını öğütlemelidir. Mesajı bölgede yankılanmalı ve unutulmamalıdır.

Kuşkusuz bu, birkaç günlük kısa bir ziyaretle başarılamaz ancak alevi tutuşturacak bir kıvılcım olabilir. Papa bölgeyle olan iletişimini sürdürmeli ve sonuç almada ısrarcı olmalıdır.

Asya’ya ve dünyanın diğer bölgelerine içten bir umut için maneviyat getirmelidir. Dünya ondan daha fazlasını bekliyor. (harunyahya.org, Adnan OKTAR, Erişim Tarihi 09/04/2015)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder